Mahmud’un mektubu

Bir ara o ilahiyatçı hoca öyle bir atasözü kaçırdı ki ağzından, ben oturduğum yerde mosmor kesildim. “Bu adamlar İslâm’ı yücelteceğiz, Müslüman mahallesinde salyangoz sattırmayacağız derken sergiledikleri kabalık, ağzıbozukluk ve hoşgörüsüzlükle İslâm’a en büyük fenalığı yapıyorlar.

Ahmet Turan Alkan

Sevgili Ahmet Ağabeyim,

Beni hatırlayacaksınız. Ben Mahmut. Hani vaktiyle tuttuğum günlükten bazı alıntılar yaparak “misyon” başlığı altında yayınlamıştınız ya, o Mahmut işte.

O günden bu yana başımdan neler geçti, biraz anlatmak, daha doğrusu dertleşmek istiyorum; bu satırları yayınlamanız için, hâlimden haberdar olmanız için kaleme alıyorum ama isterseniz yayınlayabilirsiniz de; benim için mahzur yok.

Evvela kitaptan başlayayım; “İslâm’ın selefî boyutlarına dinamik bakışlar” isimli bir kitap yazmıştım da basılacaktı ya, o kitap basıldı işte. Lakin iyi tanıtım yapamadık mı nedir, hâlâ bizim fakirhanenin misafir odasında balyalarla duruyor. Yayıncım yüz binlerce satıştan bahsedince sevinmiştim çünkü o kitabı ben mukayeseli ilahiyat bilgimden aldığım özgüvenle yazmıştım; bence önemliydi. Baskıya geçeceğimiz günlerde yayıncım, “şimdilik bin tane basalım, kampanya için sağa sola dağıtırız; müteakip baskıların üzerine otuzuncu, kırkıncı baskı diye etiket koyarız, Türkiye’de âdet böyle.” dedi. Ardından, “Elim sıkışık, şu ilk binin parasını sen denkleştirsen ne iyi olur; motora birkaç damla benzin damlatsak kâfi, gerisi kendi yağıyla kavrulur, çok kitap satarız.” dedi. Olur dedim. Eşim Sabiha’nın bileziklerini bozdurduk. Kitap basıldı, matbaadan kolileri arabaya yükleyip eve getirdim. Yayıncım ortalarda yok. Bir hafta sonra karşılaştık, “Mahmutçuğum bu tip eserler 28 Şubat’tan önce iyi piyasa yapıyordu. Biz hatâ ettik ama sakın kitapları elden çıkarma.” deyip bir ara sokağa saptı ve kayboldu. O günden beri görüşemiyoruz kendisiyle.

Önemli değil ağabey; ders oldu benim için. Evde İngilizce kursu vererek üç-beş kuruş ekmek parası kazanmaya uğraşıyorum. Sabiha da dışarıya dantel örüyor. Geçenlerde hesap ettim, iki yüz tane kitap satabilsem Sabiha’ya bir dikiş makinesi alabileceğim ama nerede? Bir ara kaldırıma serip satayım dedim, belediye zabıtası yakama yapıştı.

Bu arada birkaç dergiden teklifler oldu. “Nasıl Müslüman oldum” konulu röportajlar yapmak istedilerse de ben razı olmadım. Aslında iyi de olurdu ama o günlerde seyrettiğim birkaç televizyon tartışması yüzünden vazgeçtim.

En iyisi anlatayım da dinle ağabey.

Bizde televizyon yok. O akşam apartmandaki komşularımızdan biri

akşam yemeğine davet etti, sağ olsun. Ben ona hac hâtıralarını anlattırmaya çalışıyorum, o ise nasıl Müslüman olduğumu merak ediyor. Derken televizyonda misyonerlik konulu bir tartışma programı başladı. Ev sahibim oraya mıhlanınca nezaketen başladık seyretmeye.

Şimdi ağabey vaziyet şöyle; bilirsiniz bu tip programlara üç türlü adam çağırıyorlar. Birincisi bizim eski misyoner arkadaşlar. Türkçede nasıl “Kambersiz düğün olmaz” diye bir tâbir varsa misyonerlik tartışmaları da bunlarsız olmuyor. Bazılarını tanıyorum, hepsini değil ama nasıl adamlar olduklarını biliyorum. Fevkalade sabırlı, iyi eğitim görmüş, hitabeti bilen, umûr-ı hariciyesi kuvvetli kişilerdir. İkinci tip, televizyoncuların el altında tutup ihtiyaç hâlinde görüşlerine müracaat ettikleri ilâhiyatçı hocalar. Bu tipleri sen benden iyi tanırsın ağabey. Yani ne desem boş! Üçüncüsü ise geçimini bu yoldan sağladıklarını düşünmeye başladığım, her işten anlayan, özellikle Türkiye’yi tehdit eden yıkıcı ve zararlı fikir akımları ve teşkilatlar konusunda uzman olduklarını ileri süren bazı yazarlar. Bunlar bir nevi tarafsız hakem vazifesi görür gibi duruyorlar ama konu alevlendiği zaman hemen ilâhiyatçıların safına geçiveriyorlar. Tabii, programı yöneten ve sunan televizyoncuları da unutmamak lâzım. Bunların başlıca vazifesi, herhangi bir gerçeğin tartışılarak ortaya koyulmasından çok tartışmacıları birbirine düşürmek, kavga-gürültüyü fişteklemek neviinden kışkırtıcılıklar yapmak galiba.

Neyse ağabey uzatmayayım; program başladı. Benim eski dava arkadaşlarımdan bir misyoner papaz konuşuyor. Daha bir dakika olmadan adama sataşmaya başladılar. Bu misyoner takımı neredeyse profesyonel tartışmacıdır; asla kızmazlar, tahriklere aldırış etmezler, nezaketlerini hep korurlar. Şimdi papaz aşağıdan alıp terbiyesini bozmadıkça, ötekiler adamın üstüne üstüne gidiyorlar. Olmadık lâflar, aşağılamalar, hatta bir ara o ilahiyatçı hoca öyle bir atasözü kaçırdı ki ağzından, ben oturduğum yerde mosmor kesildim.

Neticede program bitmeden izin isteyip evimize döndük. Evde Sabiha’ya dedim ki, “Sabiha, benim Müslümanlığım şurada altı aylık bir şey. Ben kendime acımıyorum, sizinkilere acıyorum.” Sabiha anlamadı, “Ne demek o Mahmut?” dedi. Ben de dedim ki, “Bu programı seyreden tarafsız bir seyirci olsan ve sana deseler ki şu tartışmacılardan hangisi daha çok İslâmi özellikler sergiliyor, yani alçakgönüllü, sabırlı, terbiyeli, ağzından çıkanı kulağı duyan filan... Ne dersin?” Sabiha da “Papaz daha terbiyeli bir görüntü verdi; ben oyumu papaza verirdim.” cevabını verince, “Tamam işte” diye haykırdım. “Bu adamlar İslâm’ı yücelteceğiz, Müslüman mahallesinde salyangoz sattırmayacağız derken sergiledikleri kabalık, ağzıbozukluk ve hoşgörüsüzlükle İslâm’a en büyük fenalığı yapıyorlar. Bu programları seyredenlere neticede Müslümanlığı kötü gösteriyorlar ama diğer yandan kastetmemiş olsalar da misyonerlere büyük destek vermiş oluyorlar, ben işte buna acıyorum.” dedim.

Sabiha anlamadı; “Ne yani, sen fikir mi değiştirdin şimdi?” diye sordu. Gerçek niyetimi ve üzüntümü anlatana kadar akla karayı seçtim Ahmet Ağabey. Şimdi rica ederim bana doğruyu söyle. Ben mi alınganlık gösteriyorum yoksa bu adamlar bilerek veya bilmeyerek halkı Müslümanlıktan mı soğutuyorlar.

Selam ve hürmetlerimi kabul ediniz sevgili ağabeyim.

Din kardeşiniz Mahmut.