Ahkâm-ı Teklifiyye (Mükellefiyet hükümleri) (1)

Farz, vâcib, mendub gibi tâbirlerden, ibâdet fasıllarının hiç biri, hattâ teharet kısmı bile hâli değildir. Bu sebeple en evvel, bu hükümlerin bilinmesine ihtiyaç vardır.

Ahkâm hükmün cem'idir. Bir şeyin hükmü, o şeyin gerektirdiği eseridir.

Ahkâmı şer'iye dahi, mükelleflerin fiillerine iktizaen veya muhayyer olarak, taallûk eden şâriin hitapları eserinden ibarettir.

İcmalen; vücûb, nedib, ibâhat, hürmet, kerahet diye beş ve tafsilen; sekiz kısım sayılarak şöyle tâbir ve tâdad olunur: Farz, vâcib, sünnet, müstahab, mübah, haram, mekruh, müfsid.

Kazâi Rabbâni kulun, ya muti' ve müsab olmak veyahut muhalif ve muâkab bulunmak üzere (müptelâ) olmasını icab etmiştir.


İbtilâ, işlemeye veya terk olunmaya taallûk etmekle, kulların ef'âl ve terklerinde, meşru' ve gayri meşru' neviler hâsıl olmuştur.

Farzdan mübaha kadar olan ilk beşi meşruat ve sonraki üçü gayri meşruattır.

İşlenmesi istenilen fillere taallûk eden hitaplar, emirler, terk edilmesi istenilenlere taallûk eden hitaplar da nehiylerdir.

Emirler, kat'i ve gayri kat'i olduğu gibi, nehiyler dahi kat'i ve gayri kat'î olur.

Kat'îlik delâleten olduğu gibi, sübûten de olur (2).

Sübûten ve delâleten kat'î olan emirlerden, farziyet, biri kat'î ve diğeri zannı olanlardan da vücûb tahakkuk eder.

Farziyetin taallûk ettiği şey, farzdır. Farzın hükmü, fiiline sevap ve özürsüz olarak terkine ikap terettüp etmektir. İnkâr ve istihfaf edenin kâfir olmasıdır.

Farz, iki kısım olur: Biri farzı ayn, diğeri farzı kifâyedir.

Farzı ayn, herkese lâzım olup, bir takımının işlemeleri ile diğerlerinden sakıt olmaz, taharet, beş vakit namaz ve Ramazan orucu gibi..

Farzı kifâye, farz olan kimselerin hepsine ayrı ayrı değil, cümlesine birden lâzım ve zarurî olup, bir takımının işlemeleriyle hepsinden sakıt olanıdır, okunmakta olan Kur'ânı dinlemek, hâfızı Kur'ân olmak, selâm almak gibi.

Farzı kifâyenin sevâbı, yalnız işleyene ve terkinin günahı cümlenin üzerinedir.

Bir ibâdetin erkânı ve şartları demek olan, farzlarından birinin terk edilmesinin muktazası, mutlaka ademi sıhhattir. Yâni içindeki farzlardan biri gerek isteyerek terk edilmiş olsun ve gerek unutarak terk edilmiş olsun, o ibadet sahih değildir. İsteyerek terk edene günah dahi terettüp eder.

Vücûbun taallûk ettiği fiil, vâcibtir. Vâcibin hükmü dahi amelen farz gibidir. Yâni, işlenmesine sevap ve özürsüz olarak terk edilmesine ikab terettüp eder. İtikaden farzın hükmü gibi değildir ki, vacibi inkâr eden ikfar olunmaz, kurban kesmek, vitir ve bayram namazları kılmak ve karib olan muhtacına bakmak gibi.

Vâcibin dahi (alel-kifâye) olan kısmı vardır: Şaban ve Ramazan aylarının sonlarında (rüyeti hilâl) gibi.

Bir ibadetin vâciblerinden birinin terki, isteyerek olursa keraheti tahrîmiye ile mekruh olmak, sehven olursa, namaz hakkında (sehvi secde) lâzım gelmektir.

Sünnet, Hazreti Fahri Rüsulün (S.A.) farz ve vâcib olmayarak, muvazabet buyurdukları yâni nadiren terk ile beraber, devam üzere işledikleridir ki, sünneti müekkede dediğimizdir. Gayri müekkedeye müstahab ve mendub isimleri verilir. Ehli usûl indinde, sünnet, iki kısım olup, bir kısmı (sünnetül-huda) dır İti, (mükemmili din) dir. Onun tarihi, levme müstahak olur: Ezan, ikamet, cemaat gibi. Diğer kısmı, (sünnetüzzevâid) tir. Bunu terkeden, levme müstahak olmaz: Erkânı salâtın tatvili ve Peygamber aleyhis-selâmın yemek, içmek, elbise, oturmak, kalkmaktaki siyreti seniyeleri gibi. «Allahın resûlunde sizin için güzel örnekler vardır elbet.» (Ehzab: 21)

Sünnetin mutlakı, bizce de mutlaktır ki, hulefâya dahi şâmildir.

Sünnetin dahi kifâye olanı vardır. Ramazanın son on günlerinde İtikâf etmek, teravihte cemaat olmak gibi. (Farzlarda cemaat sünneti ayndır.)

Sünnetin hükmü, işlenmesinde farz ve vâcibten az sevab terettüp etmek, isteyerek terkine, (ikab değil) itab müterettep olmaktır. (Zira, efdali kurubat farzlardır. Farzların sevabına, başka sevaplar muadil olamaz.)

Müstahap ki, mendub dahi denir. Hazreti Sultânı rüsülün (aleyhi ve aleyhimüs-salâtü ves-selâm) bâzı işleyip, bâzı terk buyurdukları ve selefi salihînin severek işledikleri ve diğerlerini dahi terğîp eyledikleridir: Bâzı nafile namaz ve oruç gibi.

Müstahabın hükmü, işlenmesinde sevap terettüp etmek ve terkinde itâb terettüp eylememektir. (Müstahabe, sünneti, gayri müekkede diyenler de vardır.)

Mübah mükellefin işlemek ve işlememek arasında muhayyer bulunduğu şeydir. Bunun işlenmesinde sevap ve terk edilmesinde itâp yoktur. Eşyada (sıfatı asliye) budur. Sûrei bakara evailindeki «Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan da O'dur.» (Bakara: 29) âyeti kerîmesinin tefsirinde bu hususa dair izahat vardır.)

Hallerdeki değişiklik, hükümlerde de değişikliği mucib olur. Meselâ, haram olmayan şeylerden, yiyip içmek mubahtır. Helâkin def'u ref'i için - haram olan şeylerden de olsa - ihtiyaç mikdarında yemek, içmek farzdır. (Yeyip içilen şey başkasının ise tazmin olunur.) Mümin için, bu suretle farzın edasında sevap dahi vardır. Yemek ve içmenin, tehlikenin izalesi mertebesinden ziyadesi, namazı ayakta kılabilmek ve oruç tutmağa kaadir olmak mertebesine kadar mendup ve müstahaptır. Semirmek için eklü şürb mekruhtur. Doyduktan sonra yemek, haramdır, meğer ki, misafirin ikramı için ola.

Mübah, meşruatın tâlisidir. Gayri meşruata gelince, bunlar, nevahinin mutaallıkatıdır ki, terki matlub olan şeylerdir. Hem sübûten, hem delâleten kat'î olan nehiylerden hürmet, yalnız bir cihetle kat'î olan nehiylerden kerahet hâsıl olmuştur.

Haram: Hürmetin taallûk ettiği şey haramdır. Ona (muharrem) ve (mahzur) dahi denir.

Haramın hükmü, terkinde sevap ve fiilinde ikab terettüp etmek ve onu helâl veya mübah sayanlar (Allah korusun) küfre varmaktır. İçki içmek, kumar oynamak, ebeveynine âsî olmak gibi.

Kerahatin taallûk ettiği şey (mekruh) tur.

Mekruhun hükmü, amelen haramın hükmü gibidir ki, terkinde sevap terettüp etmek ve işlemesinde ikab korkusu vardır. İtikaden, haram gibi değildir ki, istihlâline küfür terettüp etmez: Midye, istiridye, İstakoz gibi balık cinsinden olmayan deniz mahlûkunu yemek, cuma namazı saatinde alış veriş etmek, abdestte ve gusülde suyu israf etmek gibi.

Mekruhun mastarı olan (kerahet), (kerahiyet), (kerh), (kürh) kelimeleri, çirkinlik, sevimsizlik mânâsında lâzım ve bir şeyi sevmemek ve hoşlanmamak mânâsında müteaddidir. İlk mânânın muteâllıkına (kerih) ve ikinci mânânın muteâllıkına (mekruh) denir.

Şer'î İstilâhta, meşrûatın kat'i olarak matlub olanına farz ve onun aşağısına vacib denildiği gibi, gayri meşrûatın dahi kat'î olarak menhi bulunanına haram ve onun aşağısına mekruh denilir. Bu mânâya göre, mekruh, harama yakın olduğu için (tahrimî) nâmım alır.

Onun bir de (tenzihi) kısmı vardır ki, evvelkinin hilâfı demektir. Bunun helâla çok yakın olduğunda eimmemizce ittifak vardır. İhtilâf, vâcib mukabili olarak zikrolunan kısmı tahrîmîdedir ki, onun, İmâmı Âzam ve İmamı Ebû Yûsuf indinde mânâsı haram değil ise de, ona yakın demektir. İmâm Muhammed indinde ise, o kısmı gayri meşrû haram demektir. Şu kadar ki, hakkında kat'î bir hüküm bulamadığı cihetle, İmâmı müşarün ileyh kendi kitaplarında ona haram itlâk edemeyip, mekruh namım vermiştir.

Sünnetten indel-ıtlâk, müekkede kısmı maksûd olduğu gibi, kerahetin dahi alel-ıtlâk zikrinde yâni, tenzih kaydı olmadıkça tahrîmi kısmı maksuttur. Meselâ, başka su var iken, kendi artığı olan suyu içmek ve kullanmak, tenzîhen mekruhtur. Abdestte suyu israf etmek mekrûh olduğu gibi, kısmen yâni, pek az sarf ile, gasli mesih derecesine götürmek te mekruhtur.

Müfsid, başlanan ameli bozan ve iptâl edendir ki, haram ile mekruhun tâlîsidir ve gayri meşrû nevilerdendir.

Müfsid, abdest vesailindendir. Abdesti bozan şeylere (nevakız) namı verilmiştir.

Müfsidin hükmü, vesâilin gayride, isteyerek ve özürsüz sadır oldukta ikab ve sehven sudûrunda ademi ikab olmaktır. Namaz ve orucu bozanlar gibi.

Aklu bulûğ cihetiyle, üzerlerine şer'î şerifin emir ve nehyi câri olan kimselerin yâni mükellef olanların, fiilleri, gerek amel ve ibadet nevinden olsun, gerek olmasın, yukarıda beyan olunan sekiz kısımdan birine mutlaka girer.

Meşrû kisib helâl, rüşvet almak haramdır. İhtiyaç halinde ödünç almak câiz yâni (mübah) ve muhtaç olana ödünç vermek menduptur. Borcunu ödemek farz olup, güç halde bulunan borçluya kolaylık göstermek vâciptir. (Ve in kâne su usretin fenaziretün ilâ meysere) Çünkü Cenâbı Hak «Borçlu darda ise eli genişleyinceye kadar beklemelidir.» buyurmuştur. (Bakara: 280)

Kendisinin muhtaç olduğu dinî bilgilerini tashih edecek ilmi istemek her müsliman için farzı ayn olup, başkalarına fayda verecek mertebede öğrenmek farzı kifâye ve şer'î ilimlerde derinlere dalma mendup, tefahur ise mekruhtur. Akdi beyi' muktazası olmayarak, taraflardan birine menfaat temin eden şartlar müfsid ve yapılan beyi' fasidtir.

Medâr ecir ve mesübat, iman ve ihlâs üzerinedir. Herkes iman ile mükelleftir. Küfür kimseye mübah değildir.

Din, vaz'ı ilâhîdir. Şari' vaad ve vaîdinde sadıktır.

«Kim iyilik işlerse faydası kendine, kim kötülük yaparsa zararı yine kendinedir.» (Fussilet:46)

------------------

(1) Kitabımızın bundan önceki kısmında, akaidi İslâmiye, İslâmın binâsı, fevaidi İslâmiyeden bahsetmiştik. O kısım, birinci kısmı teşkil etmektedir. Şimdi, ikinci kısmına geçiyoruz ki, burada geçecek bahisler, Fıkıh ilminin ibâdat kısmına dâirdir. Bu kısmın hazırlanmasında, başlıca Ebü-1-İhlâs Hasan bin Ammâr merhumun Nûrü-1-îzah şerhi ile buna ait Şeyh Ahmet Tahtâvînin Hâşiyesi, Dürru Muhtâr hâşiyeleri, Hidâye, keza şerhleri ve Dürer, Nutfe ve Cevhere ve Kuhustanı tetkik ve tetebbu' edilerek hükümlerinden istifade olunmuştur.

(2) Şer'i hükümlerin delili dört türlüdür. Birincisi sübûtu ve delili, kat'î olandır. Bununla, farz ve haram tahakkuk eder. İkincisi, sübûtu kat'î ve delîli zannî olandır. Üçüncüsü, sübûtu zannî ve delîli kat'î olandır. İşbu ikisi ile, vâcib ve mekruh sabit olur. Dördüncüsü, sübûtu ve delîli zannî olanıdır. Bununla, sünnet, müstahab ve tenzîhen mekrûh sâbit olur.